26 Ekim 2013 Cumartesi

Led Zeppelin Hakkında Yazılmış En Güzel Entry

https://eksisozluk.com/entry/3350489

"led zeppelin, 90 başlarında hayata gelen ve sönük vokal, ustalıksız, ara ara, ve notasız patlamalar yaşayan gitar, sıfırlanmış davul ve ölgün bir bunalım gözyaşı felsefesine bürünmüş boktan seattle ve ardılları müziğini teknik olarak tokatlayan ve içinden enerjik melodiler fışkırtan bir yaşam mucizesidir. 

düşmüş kişinin dizindeki tozu, gözündeki yaşı ve yüzündeki umutsuzluğu estetikle ve dikbaşlılıkla silkelemesine imkan veren bir büyük müzik yapmışlardır."

Buraya da geçtim, kaybolur diye çok korktum çünkü.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Hiç


Çok güzel ya. Başka bir şey hissedemedim. Güzelmiş.

1 Ekim 2013 Salı

Son Zamanlarda...



Kedi peşinde koşuyorum. Derslere gidiyorum, ders dışı bir aktivitem yok. Dansa başlayacağım ama başlamaya korkuyorum.
Dışarıdan bakıldığında harikayım ama dokunsalar ağlarım sanırım. Bu gün ağzına ağzına vurmam gereken biriyle karşılaştım. Geçmişte yaptığım aptallıklara takılıyorum. Bir yandan da hala aptallıklar yaptığım ve fark etmediğim ihtimali aklıma geliyor ama bunu geçirecek bir şey yok. Mozart dinleyip zihnimi düzene oturtmaya çalışıyorum.
Makyaj yapmayı bırakalı aylar oldu sanırım. Yeni bir kaç ürün de aldım aslında ama pek oynayasım yok. Makyajsız suratıma alışmaya başladım her şekilde "leş gibi" çirkinim zaten. Suratıma da söylendi ^.^
İnsanlara "siktir git" demeye o kadar alıştım ki kimseye ilaç olacak kadar bile katlanamıyorum. Gelip birileri ağzıma vursa  çok mutlu olurum.
Neyse bunu dinleyip azıcık mutlu olayım.
Sevgiler

25 Eylül 2013 Çarşamba

Batı Müziğinde Klasik Dönem #1

Selam, 'Music in the Classic Era' dersimi tekrar etmek için her çarşamba derste gördüklerimi anlattığım bir seri başlatmaya karar verdim. Hem benim için bir tekrar olacak hem de klasik dönem severler için eğlenceli bir yazı dizisi olacak diye düşünüyorum.
Bu hafta henüz okumamız olmadığı için çok ayrıntılı bir ders işleyemedik. Dönemin tarihinden, karakteristik özelliklerinin bir kısmından bahsettik.
Ehmm başlıyorum :)

Batı müziğinde "Klasik Dönem" 1700lerin ikinci yarısı kaplıyor. Barok'tan çok daha kısa süren bir dönem batı müziğine adını veriyor.
Bach, Handel, Vivaldi(barok)
Mozart, Haydn(klasik)
Brahms, Rachmaninov(modern)

Şu yukarıda saydığım tüm besteciler klasik batı müziğinin içerisinde yer alıyor. Ancak biz derste Klasik Dönem'i göreceğiz.

Klasik Batı Müziği'nin erken başlangıcı M.S. 500 yıllarında kilisenin Monophonic Chants'larıdır. Bunlar müzikalize edilmiş dualardır. örnek.
Rönesansla beraber polifoni batı müziğinde gözükmeye başlar. örnek.
Ders dışı kendi yorumum
Ortaçağ heykellerine baktığımızda  insan bir eciş bücüş, zayıf ve kusurlu tarif edilmiştir. Bu kadar aşağı gözüken insanın polifonik ve güçlü melodileri kullanmaya başlaması ilginç. Sanırım bunda Rönesans'ın etkisi var. Benden daha iyi bilen sevgili arkadaşlarım beni aydınlatırsa sevinirim.
Ders dışı kendi yorumum bitti

Edebiyattan bildiğim üzere her akım kendinden önceki akıma tepki olarak doğar. Batı müziğine laisizm Rönesans'la birlikte girer. Barok, Rönesans'a bir tepki içerir; en büyük bestecisi Bach iyi bir protestandır; ancak her akım gibi tepki koyduğu akımdan da etkilenir onu ileri taşır.
Barok Dönem 1600'lerle başlar. Rönesans'ın üstün insan tabirinden uzakta, görece daha dinsel ve eklektik bir yapısı vardır. Duyguların yansıtılması ve görkem önemlidir. 1750-1800 arası klasik dönem; 1800-1900 arası Romantik Dönem ve 1900'lerden günümüze ise Modern Dönem. Bu arada belirttiğim tarihlerin kesin çizgileri olmadığını da söylemek lazım.

Peki neden Klasik Müzik diyoruz? Neden Batı Barok Müziği değil de Klasik Müzik? Sadece 50 yıl süren bir dönem nasıl bu kadar etkili oldu? Sebebi basit: Bizim şimdiki müzik zevkimiz bu dönemde bulundu ve kuruldu. (Bir örnek verdi sadece onu yazacağım, dönem ilerledikçe daha açık bir şekilde öğreneceğimizi tahmin ediyorum.),

Klasik Dönem Aydınlanma'nın etkisindedir. "Reason" ciddi önem taşır, Antik Yunan'a olan hayranlıkla da birleşince simplicity, equality, universality, symetry dönemin karakteristiklerindendir.

Kendisi de besteci olan Jean Jacques Rousseasu Barok müziğin " high" ve aristokrat tavrına karşıdır. Ona göre müzik basitleşmelidir. örnek. Bu kısa kısa parçalardan oluşan kolaylıkla çözümlenebilen tarz, günümüz pop, rock müziğinin temelidir(korkunç.) Bach'ın fügündeki kompleks yapıya karşılık herkesin çözümleyebileceği bu müziği savunur. Allah'tan Mozart ve Haydn Rousseau gibi davranmayıp müthiş dehalarını kullanmışlardır :)
 High Baroque dediğimiz dönemde barok besteciler kompleks yapının dibine vurmuşlarken klasik dönem 1733'te kapıdan başını uzatmaya başlamıştır. La Serva Padrona Rousseasu 'nun savunduğu türün müzikal açıdan tipik bir örneğidir. Müzikal basitliği geçtim, konu açısından da rezil bir şey. Hanım Olan Hizmetçi adında şu bizim tvlerdeki skeçleri andıran -ve dahi Recep İvedik seviyesinde- bir komedi anlayışı içermekte.
Yorumlarım:
Durum gerçekten vahim. Tabi adımları böyle atılan bu türün opera tarihinin en görkemli örneği Don Giovanni'ye yol açacağını pek insan bilemezdi sanırım.

Bu dönemde Haydn, Mozart ve Beethoven'a fazlasıyla eğileceğiz.

Umarım bu seriyi seversiniz.
Sevgiler...

21 Eylül 2013 Cumartesi

Rock of Ages

Evet; gene bir rockn'roll filmi gene ben...


Müzikal olm bu!
Rock of Ages’i kesinlikle izlemelisin, tam senin kafan, Tom Cruise Axl Rose’u oynuyor, Paradise City’yi söylüyor vb. vb. 
  Filmi izleme sebebim şu yukarıdaki cümleler, tabi buna rağmen izlemeyi 8 ay geciktirmem de benim lazy ass ruhumla alakalı.
Ehmm neyse…
Hüzünlü rock star, kaka  şan şöhret camiası ve ruhunu rockn’rolla adamış tipler çevresinde dönen bir film daha. Bourbon adındaki büyük rock barda –bar batmasın diye- konser verecek Hard Rock şahı Stacee Jaxx, büyük şehre rock vokali olmaya gelmiş güzel kızımız ve onun sevdiceği, Stacee’yle röportaj yapıp iç dünyasını gören çirkin betty Rolling Stone çalışanı ve bittabi kötü yürekli menajer, rockn’roll karşıtı muhafazakar ama ahlaksız politikacı ve destekçileri.  Ana tiplerimiz bunlar. Rock n’ Roll çağında Los Angeles.
Filmin başrolünde Rock n' Roll çağında Los Angeles var. Stacee Jaxx(Tom Cruise) başrolde değil; başrolde rockn'roll ve aşk var. İyi ki de var.
Stacee Jaxx'i ve hüznünü görünce Rock Star gibi rockstarların acıklı(!) hayatını anlatan bir film sanmıştım en başında. İyi ki öyle değil. Müziklerle rock n' roll ruhu güzel güzel verilmiş; hem aşk hem de o çılgın ruh.
Stacee Jaxx'te hem hüzünlü rock star hem de rockn' roll güzel özetlenmiş. Bi bakın tipe ya:

Tam bir Axl Rose olmasa da ciddi esintiler taşıdığını anlamak zor değil. Fim için Tom Cruise'un vokal koçu Axl Rose'un vokal koçuymuş bir de. Cool olucam diye kendini paralamış yazık. O yürüyüş, şişirilmiş kaslar, kameranın "seks objesi" Stacee'ye odaklanması felan. Tam bir rockstar. Triplere öldüm bayaa. Filmin en efsane sahnesinde:
Rock You Like a Hurricane'i söylerken kendini paralaması bile "cool"du. Bu sahne filmin bir nevi climax'i spoiler istemiyorsanız izlemeyin derim ama dinleyin en azından. Şimdiye kadar izlediğim en seksi sahnelerden biriydi.
Filmde Stacee Jaxx'ten başka bir de Los Angeles var. Film Paradise City'yle başlayıp bitiyor zaten. Filmdeki tiplerin(yan karakterler) bir kısmını Dorock tayfasına da benzettim, eğlendim.
Veee filmde aşk var. Vıcık vıcık değil, saf(!) masum(!) değil, duygusuz değil. Filmle ilgili en çok bunu sevdim. Drew ve Sherrie'nin aşkı (tüm sorunlarına rağmen), eşcinsel çiftin sevimliliği(itiraf edemeyişleri ve edişleri) ve Stacee'nin yalnızlığı. Rock n' Roll'a karşı muhafazakarların iki yüzlülüğüne karşı sonunda aşkın ve rockn'rollun kazanmasını sevdim.
Müzikal bu, öyle derin bir hikaye de yok, filmde neyin ne olacağını rahatça anlıyorsunuz ama film güzel. Rockn'roll seviyorsanız güzel, müzikler güzel, Stacee güzel. Filmde 10 saniye felan Sebastian Bach ta var. Dikkat etmeyince görülmüyor ama.
Bu müziği seviyorsanız, şöyle temiz bir 2 saatiniz varsa izleyin bence.
Mutlu çünkü. Rock müziğin onları hayatta tutması harika.

Az atar Az Spoiler:
Filmde sinirlendiğim şeyler de oldu tabii. Sebep: sebep bu bir rock n' roll filmi ve tabii ki de buram buram cinsiyetçilik var. Öyle çok ta gözünüze gözünüze sokulmasa da arada ehh eytere be, sana da erkek tribine de dediğim oldu ama bu filmi böyle izlemeyin bence. Ben Stacee'yi görünce bayılan kızlara, Stacee'nin testosteron moduna az uyuz olsam da bu GERÇEK! Dorock'ta çıkan gruplara bile kyaaaa diye yaklaşan insanları görünce çok da garipsemiyorum. Birileri Drew'un da Stacee'nin de ağzına vursun istedim, yalan değil. Hele Sherrie'nin aşkla kafayı bozup bunalımlara girmesi Bourbon'u bırakması uyuz etti beni. Neyse sakinim. Olsun diyorum. Yeter ki sonu iyi bitsin derler ya tam olarak bu.
Stacee üzüldüğüm karakterlerden birisi. Şu onun "içini gören" onu "anlayan" Rolling Stone çalışanı Constance Sack de ne yazık ki onu seks objesi olarak görüyor. Görmüyor değil. Neyse. Müzikalden bu kadar kıl kapılmaz. Tüm bu yorumları 3. izleyişimde kusmam sanırım bir şey ifade eder.
Düşündüm de film ağzına vurulacak çok karakter içeriyor. Ama saflar, güzeller, yetenekliler; affettim hepsini <3

Bir de bana bu filmi öneren arkadaş "Sen de ben de rock n' roll un köpeğiyiz. Bu yüzden sevemeyiz, biriyle beraber olamayız. Filmi izle anlayacaksın." demişti. Buradan kendisine koca bir HADİ LEN ORDAN  çekiyorum. Kendini rock star sanan, şu filmde aşkın rockn'rolla bağını göremeyen denyo. Ne ergen triplerde dolanmışım bir ara. O da olsun :) \m/

not: Şu yazıyı yazana kadar akla karayı seçtim. Melabaaa ben film anlatamıyorum :(

1 Eylül 2013 Pazar

Batıl İnançlar: Sebepleri, Yorumlarım

Uzun uzun zaman önce sanırım 12-13 yaşlarındayken batıl inançların nereden geldiğine dair sevimli bir kitap okumuştum. Cyborg'a bunları yazacağıma dair söz vermiştim. Sadece kitaptan hatırladığım kadarını yazmayacağım, son zamanlarda okuduğum felsefe ve inanç kitaplarında da bu bağlantıları kurabileceğim şeyler gördüm. Bu yüzden yorumlarım diye ekliyorum.

Kırık Ayna 7 Yıl Uğursuzluk Getirir:
görsel
Okuduğum kitapta vaktiyle aynanın çok pahalı olduğu, bu yüzden hizmetçileri korkutmak için bu hikâyenin uydurulduğu yazıyordu. Düşünürsek mantıklı ama bir sebebi daha var.
İnsanın görüntüsü insanın ruhunu yansıtır. Bir insan kırık aynaya baktığında suretini de parçalara ayrılmış görür. Ruhun parçalara ayrıldığı düşünüldüğü için ayna kırmak uğursuzluk demektir. 7 yıl da sanırım 7ye verilen önemden kaynaklanıyor. İnsanın ruhunu 7 yılda ancak toparlayacağına inanılıyordu bu yüzden 7 yıl uğursuzluk süreceğine inanılmıştır.

Nazar ve Nazara karşı Nazar Boncuğu:
görsel
Nazar, son dönemde de popüler olan negatif enerji, kem göz hikâyesi. Antik Yunan'da Heraklitos buna inanıyor. Daha öncesini bilmemekle birlikte İnsan Nasıl İnsan Oldu'da ilk defa Heraklit'te kem gözden bahsedildiğini biliyorum. Heraklit insanların kötü düşüncelerinin bakışları aracılığıyla başka bir insanı etkileyebileceğinden bahsediyor. Gözler kalbin aynasıdır diye bir sözü çokça duymuşuzdur. İnsanın içindeki iyilik de kötülük de gözlerinden yansır.
Nazar boncuğu da göz şeklinde fark ettiyseniz. Mavi gözün çok yüksek bir enerjiye sahip olduğuna inanıldığını düşünürsek bu boncuğun kem göze karşı kullanılması anlayabiliyorum. An eye for an eye tadında bir yaklaşım.
Batıl inançlarım az olmakla beraber var, nazar boncuğunu seviyorum, şekil şemal bayaa güzel bence.

Aynayla ilgili diğer inançlar:
Nasıl insanın sureti ruhuysa, insanın ruhunun aynaya hapsolma ihtimali de vardır. İnsan ruhu ayna ayna gezebilir eski inançlara göre. Birisi öldüğünde evde aynaların üzeri örtülür ki ölünün ruhu aynaya hapsolmasın ve gidebilsin.
Evin kapısına ayna asmak enerji muhabbetleriyle aynı hikâye. Kötü söz sahibinindir modunda evden içeri girecek kişinin kötü düşüncelerini ona yansıtmak için kullanılır. Şahıs aynada kendi gözleriyle karşılaşır ve kendi nazarından kendi etkilenir. Göğse minik bir ayna yerleştirmek nazara karşı kullanılabilir.

Kara Kedi:

görsel
Bak bu ayıp bence. Kedi lan bu. Kara kediye dokunulmaz, uğursuzluk getirir, saçınızı çekin kara kedi görünce şeklinde türevleri vardır.

İki sebep var, ikisi de Hristiyanlığa dayanıyor.
Kediler bağımsızlıkları, şahıslarına münhasır karakterleri ve kötü enerjiyi alma yetenekleri sebebiyle Pagan inançlarda çok büyük yer kaplıyor.
Her inanç sistemi gibi Hristiyanlık da kendinden önceki inanç sistemine saldırır. Bu yüzden paganlarda bu kadar önemli olan kediler Hristiyanlıkta lanetlenir.
Bir diğer sebep ise cadı avıyla ilgili. Cadıların geceleri kara kediye dönüştüğüne dair bir inanç var. Daha ziyade gece karanlığında gözükmeyen siyah hayvanlarla ilgili sıkıntısı var kilisenin. Gördüklerini yerde kara kedileri katlediyor pisler.
Saç çekmek te sanırım kara kediye karşı vücudu uyarmak için kullanılıyor günümüzde. Hayatta katılmayacağım batıl inanç, tutar yerim ben bunu.

Neyse şimdilik aklımda olanlar bunlar. Daha gelirse güncellerim ya da devam şeklinde yazarım.

Sevgiler... Sevin kedileri!


30 Ağustos 2013 Cuma

Sadeleştirme ve Siyaset Üzerine Saçmalamalar

"Ben bütün bu karmaşık siyasi tabirleri bilmem dedi genç işçi; iki sınıf vardır ve burjuvaziye karşı değilsen ondan yanasındır."

2005 yılında politikayla ilgilenmeye başladığımda okumuştum bu hikâyeyi ve çok gaza gelmiştim. Öykünün adı Sadeleştirme'ydi; evet demiştim sadeleştirme gerekli kafa karışıklığından kurtulmak için.
Sonrasındaki 5 yıl boyunca Stalinist(olabildim mi bilmiyorum.), sekter tavrımla politikayı sadeleştirerek yorumladım. O dönemin bana faydası oldu, en azından siyaset teorisi hakkında - tek bir yönde de olsa - bir sürü şey okudum. Bölüme başladığımda sadeleştirmeden şüphelenmeye başladım. Toplumcu gerçekçi olmayan edebiyat düşünülenin aksine çok daha gerçekçi olabiliyordu. Modernist edebiyatın köşe taşları ki Marksist teorisyenlerin çoğu eleştirmiştir bu türü kapitalizmi toplumcu-gerçekçilikten daha iyi anlatabiliyordu. Edebiyatla başlayan kafa  karışıklığım politikaya biraz daha tarafsız bakmamla sonuçlandı. Şu an kafam karışık, evet sadeleştirme gerekliydi ama biliyorum ki sadeleştirme beraberinde akıl tutulmasını da getiriyor.

Bir olaya ya da kavrama tek açıdan bakmak, bir ideolojinin sınırlarına hapsetmek yanlış yorumlamaya sebep oluyor. Taraf olmanın zor olduğu durumlar vardır. "Ama o da öyle." her zaman aklın bir köşesinde durmalıdır. İlerlemeyi yavaşlatabilir belki ama yanlış sonuçlara ulaşıp daha fazla zaman kaybetmenin önüne de geçer. Tabi ilerlemeyi tamamen durdurmaması da gerekir bu tavrın. Sanırım sadeleştirme dediğimiz şey ancak büyük dönüşümlerin öncesinde işe yarıyor." Devrimci durumda en solda değilsin karşı devrimcisin." gibi bir şey kast ettiğim.

Yol yordam olmadan düşünmek zordur; bir yöntem belirlemek; politikayı, sanatı öyle yorumlamak gerekir. Yoksa darmadağın olursunuz. Ancak bu aklınızı hapsetmek değildir. Sırf kendi ideolojinizden diye birinin yaptığı büyük hataları görmemek asıl akıl tutulmasını yaratır.

Buradan Gezi'ye gelmek istiyorum. Gezi'yle ilgili en sevdiğim şey mizahtı. İnsanların bir ideolojinin sınırlarından bağımsız şekilde attığı sloganlardı. Gunnerlar olarak Axl Rose'un askerleriyiz dememiz ideolojiden sıyrılmanın ve eğlencenin göstergesiydi. Tüm dünyada siyaset ciddi bir uğraştır bizim istediğimiz biraz renkti sanırım. Yeni bir siyaset dilli umutlarına kapılmadım tabi ki. Bu çılgınlık bir zaman sonra bitecek meydan gene siyaset-bilenler'e kalacaktı. Hem Gezi de çıldırdı 2 gün sonra. Sırf Gezi'ye destek verdi diye kadına karşı şiddet üzerinden espri yapılan bir dizide oynayan,vıcık vıcık bir oyuncu kahraman ilan edildi; sonra o oyuncu bizlere de oyun oynadı döndü. Eğlence arzusundan sıyrılıp gezi'den olmayan herkesle dalga geçildi, zekaları aşağılandı. Benim beynim iyice yandı, gün geçtikçe umutsuzluğa kapıldım. Ancak en azından taraflaştırmanın ve sadeleştirmenin nasıl bir akıl tutulması yarattığı iyice gördüm ve bunlar olmadan durumun nasıl renkli hale gelebildiğini.

Tüm bu konuşmalarıma rağmen benim düşündüğüm şekilde politika yapmanın sonucunun omurgasızlıkla suçlanmak olduğunu biliyorum ya da politikadan kaçmanın mümkün olmadığını. Bu dünyada yaşadığımız sürece siyaset-bilenlerin yaptıklarından etkileniyoruz. Kötü uygulamalara direnmek ve hayata biraz renk katabilmek dileğiyle.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Tutunamayanlar hakkında Saçmalamalar

görsel
Şu aralar delirmiş gibi okuyorum. Bunu bitireli 1 hafta oldu arada 2 kitap daha bitti. Hepsi hakkında yazabilir miyim bilmiyorum. Yazmak zorunda da değilim ama bu kitap hakkında saçmalamazsam içimde kalırdı.

Tutunamayanlar'ı okumaya uzunca bir süre cesaret edemedim. Okumayı çok istedim ama cesaret edemedim. Hele şu konuşmadan sonra iyice korktum. Kitaptan korkmamın sebebi konusu değildi aslında. Kendisi dev gibi bir roman 700 küsür sayfa, anlatımı hakkında yazılanlar da insanı korkutuyor; bunlara bir de daha önce yapılmış Oğuz Atay öykü incelemelerinin ağlatmasını da ekleyelim; neden okuyamadığımı anlarsınız.

Roman, Türk edebiyatı açısından önemli. Önemi sadece anlatı tekniğinde açtığı çığırdan ileri gelmiyor. Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur(1949) ve Yusuf Atılgan Aylak Adam(1959) la beraber Türkiye aydınının, huzursuzunın, aylağının, tutunamayanının, artık ne derseniz deyin geçirdiği dönüşümü gösteren edebi zincirin sonuncusu. Hem anlatım tekniği  hem de anlatılana yaklaşımıyla bu dönüşümü anlamak için öncülü olan bu 2 romanı da okumak gerekiyor.

Türk edebiyatında Selim Işık gibi karakterlere, tutunamayanlara, aylaklara pek iyi gözle bakılmaz. Türkiye'de de bakılmaz, edebiyatı toplumdan ayrı düşünmeyelim şimdi. Batılılaşma yolundaki Türkiye'de çalışmak, çok çalışmak, üretmek, ürettikçe tüketmek, gelişmek, ilerlemek çok daha önemlidir. Arada kalma şansımız yoktur. Aylak Adam'ımızın sonu topluma yenilmesidir misal. Bu karakterler genelde küçümsenir. Uç bir örnek olsa da işsiz güçsüz dolanan Felatun Bey'imizin sonunu hatırlayalım. Oğuz Atay biraz daha farklı bir karakter yaratıyor. Baş tutunamayan Selim Işık bir modern zaman peygamberi olarak lanse ediliyor, en bi anlatıcı Turgut Özben aracılığıyla. Ha bu modern zaman peygamberinin tek çaresi intihar oluyor ama bu karakterin övülmesi bile önemli.

Anlatıda bir çığır açtığından bahsetmiştim. Ben narratolog değilim, anlatı tekniklerini de ileri düzeyde bilmem. Ancak bu sıkıntı romanını eğlenceli yollarla anlattığını belirtebilirim. Bol miktarda bilinç akışı ve zihnin diyalogları kullanılmış. Bu başkasının zihnine tanıklık ettiğiniz izlenimini güçlendiriyor. Romanı okurken düşünmedim ben, Turgut Özben'in zihninde yoruldum kaldım. Mektuplar, birebir diyaloglar ve bir günlük de var romanda, 1. tekil anlatıcı yoğun kullanılıyor. Mektuplar, günlük, diyaloglar başka başka insanlara ait. Özellikle bilinç akışı şeklinde gelişen diyaloglarda ipin ucunu kaçırıp anlatıcıyı, kimin konuştuğunu kaybedebilirsiniz. Dedim ya roman zor. Selim Işık baş tutunamayan genelde başka karakterlerin özellikle Turgut Özben'in zihninde ve anılarında belirse de kendi yazılarıyla kendi kimliğini de ortaya koyuyor. Bu sayede okur tarafsız olarak onu değerlendirme imkanı buluyor. Anlatımı daha nasıl tanımlayabilirim bilemedim. Bir süre sonra Turgut Özben'le Selim Işık öyle bir birbirine giriyor ki anlatması okumasından daha zor. Bir de üst-kurmaca dediğimiz, metin içinde metin ve metnin gerçekliğiyle kendi gerçekliğimizin kırılması meselesi var ki Oğuz Atay bunu Demiryolu Hikayecileri'nde canavar gibi yapmıştır, roman modernist bir anlatının post modernist tekniğiyle örülüyor. Türk edebiyatında bildiğim kadarıyla bu teknikte başka bir roman yok.

Romanla ilgili anlayamadığım şey ben tutunamayanım tribine girmiş abilerimizin ve ablalarımızın bu tribe nasıl girdiği. Ben okudum ama olmadı, saygı duyabildim sadece, öyle bir sıfata sarılamadım yani. Selim Işık güzel bir karakter, iyi işlenmiş, güzel kurgulanmış. Eminim aramızda böyle güzel insanlar vardır. Ancak Selim Işık'ın kendisi dahi bu tanımlamayı bir kalkan olarak kullandığından bahsetmişken bu moda girmek sıkıntı. Diğer sıkıntım şu: Selim Işık gibi karakterlerin Türk edebiyatında pek sevilmediğinden bahsetmiştim. Oğuz Atay bayaa cesur davransa da Selim'e psikosomatik rahatsızlık yakıştıran insanlardan da bahsediyor. Tipik bir melankolik aslında, şu normal anomalilerden birine sahip. Eskiden lanetli, cinli, şeytanlı, öcülü diye tanımlanan bu arkadaşlar şimdi de psikolojik rahatsızlıklarla itham ediliyorlar. İçinde yaşadığımız şu düzenden sıkılan herkese bir sıfat uyduruyoruz. Bir insan illa bir sıfata sahip olmalı, bir gruba dahil olmalı. Düzenden kaçabilirsiniz ama saklanamazsınız. Selim Işık, yüksek mühendis dahi olsanız, çalışmayıp, sahtelikten sıkılırsanız yaftayı yer oturursunuz aşağı. Ölmek zorunda olması bundandı belki de, bilemiyorum.

Tutunamayanlar'ı önerir miyim? Bol boş zamanınızın olduğu bir dönemde okuyun, eğer tribe girmeye müsait bir dönemdeyseniz okumayın. Roman da, Selim Işık ve Turgut Özben de anlaşılmayı, sakince dinlenmeyi hak ediyorlar çünkü. Çok yorulursanız zorlamayın, gerekirse notlar alın ama OKUYUN! Türk edebiyatında böyle roman görmedim ben.

Sevgiler...



8 Temmuz 2013 Pazartesi

Kenara Atılanlar Yeniden Başlananlar

Melankoli, Ruhun Yalnızlığı, Tutunamayanlar, Ceza Sömürgesi...

Bir ay önce elimde olan kitaplar, takıntılı yalnızlık ve yabancılaşma düşüncesi; ifadesiz suratla okunan Melankoli: Normal Bir Anomali bitmiş bir kenara bırakılmış; edebiyat teorileri okunmak üzere Ruhun Yalnızlığı ters çevrilmiş bana bakmasın diye. Sizler de kitaplarınızla konuşur musunuz? Okumazsanız ters ters bakarlar mı size? Şu Bakhtin bitse de Melankoli üzerine bir yazı mı yazsam buraya? Yazamadım, sokaktaki insanlar sensin yalnız lan dediler bana, çıkmazsan yalnızsın. Hayatımı kurtaran ve gönlümü kaptırdığım çArşı'lı çocuk, kediyi kucağıma alıp kaçmam, kediler için sokaktayız demem, Her Yer Kenshin...

Nasıl güzel kırmışım kafayı var ya öyle böyle değil. Tüm varoluş sorunları sokakta anlamını yitiriyormuş. Semtin sokaklarında hayat varmış. Reklamlar yalan söylemiyormuş her zaman. Bundanmış sosyal kelebeklerin hayatı benim gördüğümden basit görmesi galiba. Kötü Aden gene önyargılısın, hâlâ önyargılısın. Sirke her zaman salataya konmuyormuş. Ne yaptılar lan bize diye boşuna ağlamamışım morarmış kollarım ve açamadığım gözlerimle. Limon cilde iyi geliyormuş, aklımda olsun.

1 aydan fazla olmuş kediyle kaçmamdan bu yana. Arada Ceza Sömürgesi bitivermiş 1 saat içinde. Tutunamayanlar'a geri tutunmuşum. 41.Senfoni'den neden rahatsız olduğumu da buldum. Jüpiter, tanrısal kusursuzluğu germiş beni senfoninin. Kendi kendime yazıyorum bayaadır. İnsanlara açık bir yere yazmam kendimle konuşmaktan sıkılmamdan muhtemelen.
Tarihe not düşülsün. Kitap ve müzik incelemelerimle burayı doldurmaya başlayacağım yeniden. Kediler için...

Sevgiler....

24 Mayıs 2013 Cuma

Kedilerim :)

Azıcık da neşeli bi post yazayım dedim buraya. O kadar da depresif, ters, melankolik, metalci değil de şirin şeylerle de ilgilenen biri olduğumu göstereyim.
Benim bir sürü kedim var. Okulda her yerde kedi var ve ben hepsinin annesiyim. Onlara yemek veriyorum, seviyorum, kucaklayıp köpeklerden kaçıyorum. En çok da peşlerinden koşuyorum sevmek için. Fotoğraflarını çektiğim minnakları göstereyim dedim. Fotolar telefonumla çekildi, bayaa kötüler ama modellerim çok şirin :)

İlk 5 fotoğraf çiçeğim Axl Gül'e ait. Kendisi kedilerin en karizmatiği, tipini yediğim. Ne yazıkki uzun zamandır ortalarda gözükmüyor :(





silinmiş ojelerim ve sallamayan kedim

bu minnak yurdun önünde yaşıyor, dişi, kuyruğundan bi parça kopmuş :/

bu reyizin uyandırılma hikayesi bayaa eğlenceli, uyuyuşa bak yerimm

bu kaplan can

axl gül'e benzese de o değil, hala kızı axl su

Bu arkadaş bizim okuldan değil. Balmumcu'da Sabah / ATV binasının orada yaşıyo benim arkadaş besliyor. Adı Şükriye Cabbar mış :)

Tüm kediler sizinle olsun :)

23 Mayıs 2013 Perşembe

Kendini Gerçekleştiren Kehanetler Hakkında Kitaplar ve Mezarlık Kitabı

görsel
Bu kitabı bana arkadaşım vermişti okumam için. Yazar pek sevdiğim bir blogger olan Cyborg'un çok sevdiği Stardust'ın yazarı olunca bayaa bir heyecan yapmıştım ve 3 saatte bitirdim. Geleneksel olduğu üzere ciddi bir yazı olmayacak.
Mezarlık Kitabı şirin bir kitap. Ailesi öldürülen ve mezarlık sakinleri tarafından büyütülen Nobody'nin hikayesini anlatıyor. Kitapta çizimler de var, benim gereğinden fazla ciddi, kuru romanlarımı düşünürsek daha okurken gülümsememe yol açtığını belirtmem lazım. İsminin yarattığı izlenimin aksine neşeli, insanı gülümseten hoş bir roman. Anlatımı insanı yormuyor, zor kelime oyunları, zaman ve mekanda kırılmalar yok bu romanda. Dönemimizi düşünürsek teknik olarak kusursuz demek zor, daha ziyade basit bir teknikle yazılmış. Bu romanı kötü yapmıyor tabi. Tekniği çenemi masaya düşüren ama bitiremediğim bir sürü romanı düşünürsek(Örneğin Benim Adım Kırmızı) güzel zaman geçirmek için okunabilecek bir roman.
Birazdan yazacaklarım kitap hakkında spoiler içerebilir. Çekiniyorsanız okumayın. Oedipus ve Harry Potter'la beraber düşüneceğim bu romanı.

Nobody'nin ailesinin öldürülmesinin sebebi bir kehanet. Bu Jack denen adamların, Jack Tarikatı'nın sonunu getirecek bir çocuk doğacak, bunların sonunu getirecek. Jack Frost gidip Nobody'nin ailesini öldürüyor ama Nobody'yi öldürmeyi başaramıyor. BU YÜZDEN Nobody mezarlıkta yaşayıp iki evren arasında gezmeyi öğreniyor ve Jack'lerin sonunu getirmeyi başarabiliyor. Kehanet, Jack denen adamlar onu engellemeye çalışmasalardı gerçek olmayacaktı. Size bir şeyi hatırlattı mı? Tabiki de evet Harry Potter'da da vardı.
Lord Voldemort o kehanetin peşinden gitmeseydi, tüm bu hikaye olmayacaktı ve onu kimse durduramayacaktı. Kehanet onu engellemeye çalıştıkları için gerçek oldu. Tarihin bilinen ilk trajik karakterlerinden Oedipus'un da başına gelen buydu.
Kitaplar, hikâyeler -hadi Oedipus trajik - Harry Potter ve Mezarlık Kitabı güzel zaman geçirten, insanda umut yaratan, gerçeklikten kaçmamızı sağlayan güzel varlıklar, başka gerçeklikler. Ancak bütün bunlara rağmen başımıza başımıza vurdukları gerçek var. Tıpkı sadece inanılınca etkiyen lanetler gibi insan kaderine müdahale edemez gerçeği bu şirin hikâyelerde bile karşımıza çıkıyor.
Melankoli üzerine bir kitap okuyorum şu aralar, bu gün başladım daha doğrusu. Melankolik insanda var olan dürtü, kendi kaderini kontrol etme dürtüsü kitaplarımızın kötü adamları Voldemort'ta da Jack'lerde de var. Bu kötü adamların isteklerini başaramamaları, kehanetin gerçek olması okurken bizi rahatlatıyor. Kötülerin kazanması kaderde yok, çabalarlasa da kaçamazlar, tanrı bizleri korur la la la... Kitapların gösterdiği gerçek ise sadece kaderden kaçılamayacağı. Oedipus'u okuduğumuzda daha beter hissederiz çaresizliğimizi, "Olmaz len öyle şey" desek de cümlemizde saklı bir dehşet vardır. Böyle bir şey olur, içimizde biliriz. İnsanın kendi kaderinden kaçamayacağını, her bir şeyi değiştirsek bile, öleceğimiz gerçeğini değiştiremeyeceğimizi. Mezarlık Kitabı'nda ve Harry Potter'da hissettiğim şey bu oldu. Her ne kadar mutlu etse de roman Voldemort'un ya da Jack'lerin bir yerde Oedipus'tan farkı yoktur. Sonlarına yol açan kaderlerinden kaçmayı denemeleridir.

Sanırım gene çok abarttım, bu kadar şirin ve mutluluk veren kitaptan böyle karanlık bir sonuç çıkarmak istemezdim.

Kitabı güzel zaman geçirmek isteyen herkese öneririm. Kitabı bana sen kesin seversin diye çocuksu bi heyecanla anlatan arkadaşıma da tüm kediler senin olsun demek istiyorum.

Sevgiler...

16 Mayıs 2013 Perşembe

Gene Bir Şiir Çılgınlığı

Ben yazamıyorum. Yazan insanları eleştiriyorum, kusurlarını buluyorum, nasıl yazarlarsa estetik olarak daha iyi gözükeceğini söylüyorum. Ancak ben yazamıyorum, aklımdan bir şiir tutuyorum, onunla yaşıyorum. Şu aralar Ahmed Arif'e taktım.


     SEVDAN BENİ

   Terketmedi sevdan beni,
   Aç kaldım, susuz kaldım,
   Hayın, karanlıktı gece,
   Can garip, can suskun,
   Can paramparça...
   Ve ellerim, kelepçede,
   Tütünsüz uykusuz kaldım,
   Terketmedi sevdan beni...  

Bir de şunu dinlerken okuyun:


18 Nisan 2013 Perşembe

Boş Koltuk

evet kitabın fotoğrafını çekmeye üşendim
Dürüst olmak gerekirse J.K. Rowling benim tarafsız yaklaşabileceğim bir yazar değil. İlk Harry Potter kitabını okuduğumda 11 yaşında olduğumu düşünüsek onlarla büyüdüğümü, hayatımda çok büyük bir yer kapladığını tahmin edersiniz.
      Bu kitabın afişini Levent metrosunda gördüğümde gözlerim dolmuş, çocukluğum diyebilmiştim sadece. Hemen alamadım ama kitabı maddi sorunlar yüzünden. Aldığımda ilk oturuşta 108 sayfa okudum, hemen bitsin istemedim. Bir hafta sonra tekrar okuduğumda ise 282'ye gelmiştim. Üçüncü oturuşumda ise kendimi tutamadım ve bitirdim, dehşete düşmüş bir şekilde(bu iyi anlamda). Kitabı okuma serüvenim hakkında bir ön bilgi verdikten sonra yorumlarıma geçelim.
Not: Ben edebiyat öğrencisiyim; ancak okulda yaptığımız gibi akademik bir yazı yazmaya çabalamayacağım. Gene hiç uğraşmadan oturup yazıyorum bu yazıyı.

     590 sayfalık roman bir kasaba hakkında. Kasabanın altın çocuğu Barry Fairbrother'ın ölümüyle başlayan, kasabadaki iktidar mücadelesi üzerinden karakterleri tanıdığımız, sakin ve durdun bir roman bu. Üçüncü tekil bir anlatıcımız var, ama tepeden bakmıyor, olayları kronolojik sırayla vermiyor. Geçmişe dönüşler yaşanıyor; bu dönüşler anlatımı güçlü tutuyor. Günümüzün karmaşık dünyasında her şeyin açık olmadığını düşünürsek bu tarz bir anlatım gerçeklik hissini kuvvetlendiriyor diyebiliriz. Üçüncü tekil anlatıcı karakterlerin yanında, beyinlerinde duruyor ve onların bakış açısından konuşuyor çoğu zaman. Karakterlerin kendi konuşmaları ise, anlatıcımızın onların bakış açılarını yansıtmaktaki başarısını gösteriyor. Modernist edebiyatın anlatıcısı kadar karman çorman ve yorucu olmasa da çizdiği karanlık dünyayla(aaa bu bizim dünyamız) modernist anlatıya fazlasıyla yaklaşıyor. (evet akademik bir çaba içerisinde olsaydım burada alıntılar yapmam gerekirdi, ben de biliyorum. gene de bir örnek versem? spoiler Babası Terry'ye kötü şeyler yapmıştı ve Terry bunları kimseye söyleyememişti. Anlatıcımız tam olarak naptığını açıkça söyleyebilirdi ama Terry söyleyemezdi Anlatıcı burada Terry'nin bakış açısından konuşuyor spoiler )
       Karakter çizimleri ve çözümlemeleri mükemmel. Açıkçası Severus Snape'i yaratmış bir kadından daha azını beklemezdim ama bu sefer kendini aşmış. Karakterler mimiklerinden, konuşmalarına, iç seslerine ve davranışlarına kadar "tutarlı". Evet aslında kimse tutarlı değildir, ben de aynı fikirdeyim. Ancak okudukça onları tanıyorsunuz ve tanıdığınız bir insanın ne tepki vermesini bekliyorsanız o tepkileri veriyorlar. Bencillikleri, zayıflıkları, sapkınlıkları, kompleksleri ve "ergenlikleriyle" insan bu karakterler. Ne masal karakterleri saf iyi ve saf kötü ne de propaganda araçları bunlar. Etten kemikten insanlar. Saf, katıksız bir duyguyla yaklaşamazsınız bu karakterlere, acırsınız ve kızarsınız, seversiniz, tükürürsünüz ve bunların hepsi aynı anda olur. Kimseyi tamamen suçlayamamanız inanılmazdır. O da öyle işte dersiniz. (Ben Krystal'i çok sevdim açıkçası, Krystal tam anlamıyla trajik bir karakter, yerim.) Şişko, laf ebesi; Andrew, düz ergen; Simon, adi herif; Gavin, loser; Howard, kast sistemine inanan inek... Ama insan bunlar işte, şu saydığım kötü ilk tanımlamalara rağmen bir yerlerinde insan bunlar ve sizi bir şekilde düz nefretten sıyırabiliyorlar. Haaa kendi gerçekliğimizde de insanlardan katıksız nefret duyuyorsanız diyebileceğim bir şey yok. Gene de roman gerçekliğini karakterlerle iyi kurmuş Rowling. O kadar ki okurken romanın içerisindesiniz, o gerçeklik sizi içine alıyor. Modernizmden beri kullanılan üst-kurmaca işine hiç girmemiş Rowling. Okuduğunuz bir roman dememiş. Belki de bu roman tamamen bizim dünyamıza ait olduğu içindir.
   Kitabın ritmi fazla hızlı değil. Fantastik, aksiyon, korku romanı değil çünkü. Gayet de modernist, gayet karakterler üzerinden ilerleyen, insanı biraz yoran bir roman. Son 100 sayfada ritmi hızlanıyor, ne olacağını merak ediyorsunuz. Edebi zevkinizi fantastik, aksiyon, korku ve şirine best-sellerlar oluşturuyorsa boğabilir bu roman sizi. Ancak ritmin yavaş olması onu kötü roman yapmıyor. Anlatım ustalığı ve karakter çizimlerini göz önüne alırsak gayet de canavar gibi bir roman bu.
   Sonuç olarak ustaca yazılmış, bana okuduğum süre boyunca "olm süper bir roman okuyorum, hemen bitmesin. uzun zamandır okuduğum en 'insani' ve 'gerçek' roman bu" dedirtmiş bir anlatı Boş Koltuk. Yeni bir Harry Potter bekliyorsanız üzgünüm ama beklentiniz Rowling'in ustalığını görmekse hoş geldiniz. Okuduğum sırada yapılmış abartı bir yorum belki ama Rowling çağımızın en insani yazarlarından biri olabilir. Birisi ne bizim dünyamıza ne de Pagford'a LUMOS demeyecek belki. Dünya aydınlanmayacak ama gerçekliğin farkında olan ve hâlâ müthiş edebi işler çıkaran yazarları görmek güzel. J.K Rowling HP evreniyle ilgili bir seri daha yazsa inanılmaz mutlu olurum, bunu biliyorum. Bu cümleyi Rowling yeni bir roman yazsın yetere çeviriyorum şimdilik.
Seni Seviyorum Rowling, yerim seni :)

29 Mart 2013 Cuma

Bu da fena fikir değil tabi...


Fotoğrafı Facebook'ta 4chan sayfasından aldım. Şuradaki gibi bir tanesi bile yeter ama konuşmaya başlamaz umarım... Yoksa fena çok fena

24 Mart 2013 Pazar

Niye?


Bırak bu Rockn' Rollu, geceleri ve kızları...

Niye? Niye bırakalım lan? Daha iyi bir seçenek var mı?

23 Mart 2013 Cumartesi

To Be a Rock and Not To Roll... Led Zeppelin

Rockn' Roll'un hayatımda tuttuğu yer malumunuzdur. Müzikoloji öğrencisi olmamama rağmen özellikle rock müzikle ve sevdiğim gruplarla ilgili kitaplarla bayaa haşır neşirim. Ancak, bu hale rağmen belli başlı bir kaç grup dışında iyi bildiğim ve dinlediğim grup sayısı azdır. Günlerdir belki aylardır sadece Led Zeppelin dinlemem bunun göstergesi olabilir. Geçenlerde Led Zeppelin ve Tüm Şarkı Sözleri diye bir kitap aldım. Daha bitmedi, biter bitmez yazısını yazmak istiyorum. Gene de burada birazcık Rockn' Roll, Led Zeppelin ve bana hissettirdikleri hakkında içimi dökmek istiyorum.
Yazının başlığı Led Zeppelin IV'ün ya da diğer adıyla Zoso'nun mücevheri, gelmiş geçmiş en iyi hard rock parçası, aynı zamanda progresif rock'tan izler taşıyan, sözleri yüzünden müzikologların beynini akıtan Stairway to Heaven'ın son cümlesi. Sadece şu kurduğum cümleden yola çıkarsak ne kadar takıntılı olduğum belli olmuştur sanırım.
Led Zeppelin blues'dan heavy metale bir geçiş noktasıdır. Uçuş noktası demek de mümkündür. Onları müzikal açıdan bir yere oturtmak müzikolog olmayan benim haddim değil, ben genelde blues rock tanımlaması kullanırım.
Hard Rock'la Blues'u birbirine geçiren bir grup olarak Led Zeppelin yaptığı sadece rock tarihi için değil genel anlamda müzik tarihi için de bir dönüm noktasıdır. Zira iki öfkeli alt kültürün birleştirilmesi müzik tarihinin en gürültülü, en öfkeli ve tüm bunlara rağmen en görkemli türünün ortaya çıkmasına yol açacaktır. Heavy Metal'in...
Bu türün içinin boşaltılması, cinsiyetçi öğeler barındırması ayrı bir tartışma konusudur ancak; Led Zeppelin özelinde karanlık sanatların, mistisizmin ve mitolojinin Jimmy Page ve John Paul Johns'un müzikal birikimiyle birleştirildiğinde bu türün temelindeki görkemin nereden geldiği, nasıl bir kültürel birikime sahip olduğu anlaşılır. En azından Led Zeppelin'i neyin özel yaptığı.
Rock, blues ve bu ikiliden çıkan alt türler yukarıdan bakarsak basit türlerdir, az enstrüman kullanılır, ürünler kısadır, çözümlemesi kolay gelir. Bu "alt tabaka"nın, avamın, üstün yetenekli olmayan, aristokrat olmayan insanların da kendini ifade etmesine, kendini bulmasına yardım eder; türün popülerliğini burada da aramak mümkündür. Ancak her yerde olduğu gibi burada da içerde bir aristokrasi vardır ve bana göre bu aristokrasinin en tepesinde Led Zeppelin yer alır.
İsim tercihleri ise bu duruma delice uygundur. İngilizce'de kurşun bir zeplin gibi yere çakılmak diye bir deyim vardır(Lead Zeppelin: Kurşun Zeplin). The Who'nun davulcusu Keith Moon'un "Siz bu kafayla giderseniz kurşun bir zeplin gibi yere çakılırsınız." uyarısından yola çıkarak bu ismi kendine çeken grup, her an yere çakılabilecek ama her an uçabilecek bir türe uyabilecek en iyi ismi almıştır.

*komik bir şekilde ilk defa oturup ciddi bir şeyler yazıyorum galiba. çok ciddiye almayın gene de*

Led Zeppelin davulcusu John Bonham-Bonzo-ın inanılmaz gürültülü, adeta bir gök gürültüsü andıran davulu o dönem belki de her dönem için dehşet vericidir. John Paul Johns inanılmaz müzik birikimi ve güçlü basları bass denen enstrümanın bu türün belkemiğini oluşturacağınun sinyalidir. Müzikologlara göre dünyanın yaşayan iyi, tarihin gelmiş geçmiş en iyi ikinci(birinci Jimi Hendrix) gitaristi Jimmy Page'in gitarı imzası olan Gibson Les Paul'ün ilk yapılış amacına aykırı görkemli tonları ve bir tanımlamaya göre gitarıyla sevişmesi gitarda yeni bir çağın başlangıcıdır ki kendisinden sonraki tüm büyük gitaristlerin ilham kaynağıdır bu kvır saçlı, çelimsiz ve karanlık abi. Robert Plant, kendi tanımlamasıyla Sarı Saçlı Tanrı, ise sesi ve şarkı söyleme tarzı taklit edilemeyecek büyük bir yetenektir. Ses aralığı çok geniş olmamasına rağmen tonunun taklit edilemezliği, sesiyle sevişmesi ve bu sesin Jimmy Page'in görkemli gitarıyla yarışı onu gelmiş geçmiş en iyi ve özgün rock vokali yapmaya yeter de artar. Dehşet verici bir gürültüyle gelen bu grubu büyük yapan ise bu dört görkemli sesin birbiriyle inanılmaz bir uyum içerisinde olmasıdır. Page ve Johns'un mistisizm ve mitoloji ilgisi de onlara şarkı sözleri için inanılmaz bir kaynak oluşturmuştur.

Rock' Roll'un Led Zeppelin özelinde bana hissettirdiklerine gelirsek... Genel anlamda çok sakin bir insanımdır ben, ancak duygularımı çok yoğun yaşarım. Bu yaşadığım duyguları sanatçı olmayan bir sanatçı ruhlu olarak-tanımlamaya bak pehhh- çeşitli sanat eserleriyle birleştiririm. Güçlü olmak, sert olmak, bir şekilde hayatımın yolunu belirlemek için çabalarım. Bu yüzden bir taş olmam ve hiç yuvarlanmamam gerekir. Olduğum yerde durabilmem, ne olursa olsun etkilenmemem gerekir. Entelektüel takıntılarım-kendimi entelektüel diye tanımlayabilecek bir noktada değilim- da işin içine girince içimdeki zehri ve karanlığı akıtabildiğim, müzikal açıdan beni tatmin edebilecek ve dahi hayran bırakacak, bana güç verecek bir türe; hayatımın arka planında çalacak, ait olamadığımı düşündüğüm bu çağın-bu da bir ergenlik bunalımı olabilir tabi- da soylu yetenek ve seslere sahip olabileceğini inandıracak bir türe olan ihtiyacımın yanıtıdır Rockn'Roll ve Led Zeppelin.

Sevgiler...

not: galiba ilk defa ciddi bir yazı yazıyorum. yazdığım yazı daha önceden okuduğum incelemelere, izlediğim belgesellere ve kendi şahsi düşüncelerime dayanıyor. dolayısıyla kaynak araştırmadım bu yazı için ayrıca. oturdum ve yazdım. eğer bir hata yaptıysam özür dilerim.

12 Mart 2013 Salı

This Is Gonna Hurt



Uzun zamandır yazmak istediğim bir yazı ama uzun zamandır dinlemeyi ertelediğim bir albümle ilgili.

This Is Gonna Hurt!

E acıyacak diye başından uyarıyor albüm.

This Is Gonna Hurt Nikki Sixx'in ikinci kitabı. İlk kitabı Heroin Diaries Mötley zamanları ile ilgiliyken bu tamamen Nikki'nin fotoğraf aşkıyla ilgili.
Nikki Sixx kitaplarına soundtack yapmak için bir grup kurdu. Sixx A.M. Nikki Sixx(basçı- hadi ya?), Dj Ashba(Lead gitar-bu çocukta iş var aynı zamanda Gn'R ın da gitaristi), James Michael(vokal, ritm gitar). Bir davulcu yok. James Michael bir davul programı kullanıyor.

Grubun en sağlam yanı bassları tahmin edeceğiniz üzere, bir de kitaptaki her bölüme uygun o inanılmaz şarkı sözleri. Nikki Sixx inanılmaz ve tuhaf bir adam...

Albümü  Mötley Crüe  ya da Guns n' Roses işi gibi düşünmeyin. Hair metal değil bu. Sert, hızlı değil. İnsanın içine dokunan bir şey bu. Hard Rock denebilir mi? Belki... Modern Hard Rock olsa bu kadar iyi olurdu. Hoş Nikki Sixx'in hangi işi kötü olabilir o ayrı?


Albümün ilk şarkısı This Gonna Hurt. Albüm hakkında bir uyarıyla başlıyor aslında. Sözleri dışında çok bir numarası olmayan, müzikal açıdan biraz zayıf bir şarkı. Dinleniyor mu? Evet.


Lies of The Beautiful People. Albümün ikinci ve bence en kuvvetli şarkısı. Tüm şarkı boyunca basları duyabiliyorsunuz. Şarkının vurucu tarafı baslar. Gitar riffleri garip bir şekilde sevimli. Davullar inanılmaz ki zaten çok güçlü bir davulla başlıyoruz şarkıya. Sözleri... Ağlatabilir aslında ama Nikki ağlatmamayı tercih ediyor.

Albümün aradaki şarkıları hakkında yazmayacağım. Son şarkısı Skin, Nikki Sixx'in yazabileceği en iyi şarkı. Youtube'da bulabilirsem makyaj blogunda da You're not your skin diye paylaşacağım.

Gene ciddi bir şeyler yazamadım ya. Çok kastım ama olmuyor :( idare ediverin nolur.

Ha bi de albüm bana sürekli şu sözü hatırlatıyor:

"You gotta wear makeup. You gotta look like a wreck. That's the purpose. Anyone who thinks makeup is to look pretty is a fag" Nikki Sixx

Bu sözü makyaj blogunun sloganı yapasım var... Neyse. Sevgiler.


6 Şubat 2013 Çarşamba

Slash Konseri

Gidemedim evet, ama saygıdeğer DoomCollector tüm konseri eklemiş youtube'a videoyu buraya ekleyemem link vereyim isteyenler izlesin

http://www.youtube.com/watch?v=4vzqXBYG-Fo&feature=youtu.be

5 Şubat 2013 Salı

Şiirler Şiirler

Ben ne zaman doğru düzgün incelemeler yazacağım acaba? Yani en başından beri burada ciddi hiçbir şey olmayacağını söyledim ama arada üzülüyorum. Okulda her edebi metne incelemek üzere yaklaştığımızdan çok tiksindim galiba. Şimdi okuduğunda kalbini ezen bir şiir hakkında "Şiir öznesi hede hödödür şiir bu yüzden modernist şiirin özelliklerini taşırken hede hödö yüzünden hebeledir" yazmak nasıl bir beynin ürünü ya?! Tabi bilimsel olalım, biz de bilimiz tamam mıaaa diye zırlayalım ama bi bırakın önce bi etkilenelim bi tadını çıkaralım. Neyse. Günün şiirini atıp kaçayım:

Çay Kuarteti

Ben seni hiç üzmem
Papatya çayı yapmak isterim sana
Sonra portakal çayı
Füme lapsang souchong çayı
Ama ben seni hiç üzemem
Deliririm yalnızca
Sessizce tek başıma deliririm
Beni Lape'ye koyarlar
Koyu Türk çayı içerim orada
yalnızca

Lale Müldür

Benim içimden bu şiir hakkında ilk naif demek geliyor. Naif ve kırılgan, yumuşak, incinmiş.. Bilimsel olmuyor ama böyle. Bilimsel de yazamam ki böyle bir şiir hakkında. Etkisinden kurtulmam gerek önce. Güzel ama.

3 Şubat 2013 Pazar

Bach Evrenseldir!... Zorlamayın len

Bach'ın müziği Barok dönemin tüm birikimini taşı bildiğiniz üzere. Son derece eklektik bir yapısı vardır kendi içinde. Sanırım bu sebepten klasik müzik haricinde caz ya da rock versiyonları bulunur. Bazen direkt uyarlamadır, bazense misal Jimmy Page solonun ortasında Bach'ın bir fügünden bir parça çalar:



Böyle örneklerde pek güzel olabilir ama bazen fazla zorluyorlar Bach'ı. Aşağıda Güher & Süher Pekinel kardeşlerin-ki kendileri çok iyi iki virtüözdür- bir Bach caz uygulamasını göstereceğim, klip bir facia. İzleyip izleyip gülün:

Ya güllerim, çiçeklerim çok güzel çalmışsınız, dönem için bir ilk ama Yerebatan Sarnıcı sanırım orası orada niye at var? O garip deri kıyafetler ne?! Yapmayın gözlerim ya, canlarım...

Bach'ın evrenselliğine gelince... Barok hocamın dediğinden daha farklı düşünemiyorum. Bach eserleri fazla Lutheran. Çok normal tabi, Bach gibi büyük bir dehanın kendi düşünce yapısını eserlerine harika bir şekilde yedireceğinden zerre şüphem olmadı, olamaz da. Ancak Lutheran düşünce yapısına uzak insanları rahatsız eden bir şeye dönüşüyor bu durum. Başka müzik türlerine uyarlaması kolay olabilir eklektik yapısından dolayı ama evrensel demek... O başka bir konu.

2 Şubat 2013 Cumartesi

Slash...

Bugün Küçükçiftlik Park'ta Slash konseri var...Yazın Guns n' Roses'ı yani Axl'ımı izlediğim için ve param olmadığı için Slash için bilet falan almadım. Hoş zaten şu an Mersin'deyim istesem de gidemem. :(


Slash hakkında ansiklopedik bilgileri wikipedia'dan bulabilirsiniz. Guns'ın lead gitaristi olarak ün kazanan sonra Axl'a sırtını dönüp giden, ardından hakkında demediği kalmayan, Axl'a pop söylemeyi bırak diyip Fergie'yle turneye çıkan bir insan kendisi. Hoş çok severim kendisini, Guns'dayken attığı soloları unutamadım. Gönül isterdi ki beraber olsunlar hâlâ...

Bu gün konsere gelirken yanında getirdiği adam Alter Bridge'in canavar vokali Myles Kennedy. Şimdiye kadar beraber takıldığı vokallerin Guns şarkıları söyleme konusunda en kabul edilebilir olanı. Sanırım ses aralığı Axl'ınkinden bile fazla ama o hava, o büyü onda yok...(Ayrıca kendisi yancı. Rockn'Roll Hall of Fame'e geldi, kendisi Guns üyesi olmadığı hâlde. Hadi geldiniz ve şarkı söylediniz diyelim utanmadan, Sweet Child o Mine gibi tamamen Axl Rose'a özel bir şarkıyı niye söylüyorsunuz?)

Ama Allah var iyi vokal.


Gidebilenler gitsin ve çok eğlensin... Rock on! Even Axl is not singing this time...

31 Ocak 2013 Perşembe

The Game

Çok becerikli bir gamer değilim ben. Özellikle el becerisi isteyen hemen hiçbir oyunu oynayamam(ellerim senelerdir titriyor). FRP ve online RPG oynuyorum ya da masaüstü oyunları. FRP ve RPG aşkım zaten tahmin edileceğini üzere fantastik edebiyat sevgimden ileri geliyor. Gene de şirin bir oyun paylaşmak istedim sizlerle.

                                       THE GAME


The Game bir oyun değil, bir parodi. Her bölümün başında bir terim yer alıyor(örn: Pantheism, Democracy) karakterimizi aşağı atıp çıkan yazıları okuyarak eğleniyorsunuz. Bomboş bir zaman öldürgeç, ben hiçbir zaman sonuna gelemedim, 35. leveldan sonra falan sıkıldım. Bir sonu varsa bilen biri söylesin lütfen. 

Sevgiler

Bir Türk Yeraltı Edebiyatı Örneği: Ağır Roman


görsel

"Savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye, zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın, 

nüksederken raksına mahallenin maşallahı, eyvallahı, güzelleş be oğlum şimdilik ölümüne kadar hayattasın. 

Şimdilik, ölümüne kadar hayattasın..."



Yeraltı Edebiyatı? Ciddi bir tartışma konusudur bir romanı bu şekilde tasnif etmek. İlk örneklerini Marquis de Sade'da görmek mümkün olan bu edebi türün bilinen en popüler şairi Bukowski'dir. Eh elbette ki en popüler film uyarlaması da Fight Club'tır. Dövüş Kulübü hem anlatım tekniği hem olay örgüsü açısından sadece bu tür için değil modernist edebiyatın da en başarılı örneklerindendir.

 Verdiğim örneklerden de rahatlıkla anlayabileceğiniz gibi toplumun kabul edilen değer yargıları dışında kalmış insanları, hayatları ve felsefeleri toplumun değerleri dışında kalmış bir dille anlatır yeraltı edebiyatı. Bu arada kabul edilenden kastım sadece egemen sınıfın kabul etmesi değil, komünistler de reddeder bu türü. Fransız İhtilali'nin getirdiği o yüce insanlık değerleri buraya uğramamıştır ama vardır bu insanlar, bu hayatlar ve bu edebiyat.

 Ağır Roman'ı izleyeli bayaa oldu. Romanını ise az önce okudum. Yukarıdaki alıntı filmden. Filme Küçük İskender ve politika dokunuşu yapılmış, üstelik hikâye Gli Gli Salih'e odaklanmış. Bence filmi daha iyi olmuş kitaplar arasına girer.

Ağır Roman bir karaktere odaklanmış, realist romanın giriş -gelişme-climax-sonuç çizgisinden ziyâde bir destan aslında. Kolera'nın destanı. Dolapdere argosuyla, yer yer masalsı öğeler taşıyan, sert ve yorucu bir üslupla yazılmış. 144 sayfalık roman hakkında yapılabilecek en iyi değerlendirme yorucu. Tüm o masalsılık ve destansı-fantastik öğeler gerçeğin iğrençliğinden sıyıramıyor sizleri. Gli Gli Salih'in çocukluğundan itibaren büyümesiyle Kolera'nın da nasıl değiştiğini anlatıyor. Spoiler vermeden anlatmayı becerebilen biri değilim ben pek.

Dikkatimi çeken ufak bir noktaya değineceğim: White Trash'leri anlatan bir film izlemiştim(Kolera'nın Amerikan insanları işte). Oradaki karakterlerin üzerinde Poison ve Dio tişörtleri dikkatimi çekmişti. Burada bizim bitirim Salih'in de dilinden düşmeyen şarkı "Hatasız kul olmaz" Orada rockn'rolla birleşen yeraltı edebiyatı bizde arabeskle bütünleşiyor. Bu sefer müzikal farktan ve kaliteden bahsetmeyeceğim. Mesele hep yek gelip kaybetmiş insanların bir şekilde yaşamaya ve eğlenmeye devam etmesi ve oralarda bir yerde müziğin hep durması.

 Ağır Roman eğer yeraltı edebiyatı seviyorsanız ya da filmi izleyip sevdiyseniz okumanızı önereceğim bir roman. Yorucu ve üzücü evet. Suratınızdaki tüm ifadeyi çekip alma becerisi de var eyvallah ama şimdiye kadar okuduğum en iyi yeraltı örneklerinden birisi. Amerikan benzerlerinden hiç de farkı yok, zira içerisinden gelen birisi yazmış. Argo konusunda da endişelenmeyin okurken rahatça anlıyorsunuz(ya da ben iletişimde olduğum insanlar yüzünden çok argo biliyorum) takıldığınız nokta olursa twitter'dan sorabilirsiniz hatta. Saygılarımla...

23 Ocak 2013 Çarşamba

Bir Parça Şiire İhtiyacım Var

Yaklaşık bir aydır finallerimle uğraşıyorum. Tam kurtuldum derken hayatımda ilk defa sınavına girdiğim bir dersten kaldım. Yarın da onun bütünlemesi var ama ben sevdiğim bir şeyi yazmazsam rahatlayamayacak gibiyim. Şiir okumak istiyorum artık. Elimde şu an müthiş üç kitap var, hoş onlar da şiir değil. Muhteşem Gatsby de bitemedi zaten, süper -.-

Neyzen Tevfik benim en sevdiğim şairlerden biridir. Hoş ona şair demek ne kadar doğrudur bilemem adı üstünde neyzendir o. Şu an ders çalıştığım için internetten arayıp kopyala yapıştır yapamayacağım aklımda olan iki parça şiiri buraya yazıp kaçayım. Arada döner okur, mutlu olurum hem. Şu büt bitsin, burayı dolduracağım. Hoş kimse okumuyordur ama olsun. Kendi kendime konuşmak da pek sevdiğim bir aktivitedir(Bak hâlâ?!!)

Başlayalım:

Felsefemdir kitab-ı imanım
Taparım kendi ruhumun sesine
Secde eyler hakikatim her an
Kalbim ateş-i mukaddesine

ki bu parça aşmıştır

Diğeri de Tevfik Fikret'in Ferda(yarın) şiirinden. Lise ders kitaplarında görebileceğiniz politik bir şiiri ama ben içinde geçen tamlamaya hastayım:

Ey fecr-i hande zad-i hayat işte herkesin
Enzarı sende sen ki hayatın ümidisin

fecr-i handezad-i hayat hayatın gülümseyen doğuşu demek ve bence çok hoşbir tamlama. Tabi ben bir harf falan yanlış yazmış olabilirim.

Neyzen Tevfik benim hâlâ pek sevdiğim bir şair. Tevfik Fikret ise eskiden sadece yaptığı sanatlara ve tamlamalara taptığım, şimdilerde ise vay anasını ne kadar insani yazmış aslında dönemine göre dediğim bir şair.

Okuyan birileri varsa ve Servet-i Fünun hakkında klişe fikirlerden başka bir şey merak ediyorsa yazabilirim. Hoş ben yazarım zaten bunu ama ne zaman bilinmez.

Öptüm. Şans dileyin bana.

6 Ocak 2013 Pazar

Rock Star



Rockn'Roll hakkındaki binlerce söylenti, binlerce tez var. Rock starların neler yaptıkları, ne yaşadıkları bütün rockerların hatta rocker olmayanların kafasını kurcalar. Gerçekten şeytan mıdırlar? Ya da isyankar ya da o kadar "cool"? Ya da intihar edenlerden yola çıkarak sorarsak yalnız ve hassas? 70lerin 80lerin pek çok rock star'ı biyografilerini yazıyor artık. Zamanı geldi sırları dökmenin, zira artık rol kesmek zorunda değiller. Türkçe'ye sanırım sadece Ozzy Osbourne'un I'm Ozzy'si çevrildi. Okudum. Duff Mckagan'ın ve Nikki Sixx'in kitapları ise pdf olarak var. İnternette bulabilirsiniz.

Rock Star 2001 yapımı bir film. Dünyaca ünlü bir hard rock grubunun vokalinin yerine tribute grubundan birini almaları üzerine dönüyor hikaye. Tanıdık tabi ki bu olay Judas Priest'te oldu. Rob ayrıldıktan-ya da şutlandıktan sonra- yerine tribute gruplarının birinden bir vokal geldi. Duyduğum kadarıyla film çekileceği zaman ilk Judas Priest'e filmde oynamaları için teklif geliyor ve grup imajlarının zedeleneceği gerekçesiyle reddediyor. Çok iyi olmuş, yoksa Rob bir daha dönmeyebilirdi.

Filmde Mark Wahlberg inanılmaz yetenekli bir vokal olan Chris(Chrizzy) i oynuyor. İdol grubu, başucu müziği Steel Dragon'ın vokali Bobby Beers'e benzemek için her şeyi yapan son derece yetenekli bir mal olan bu arkadaş kaderin bir cilvesi sonucu Steel Dragon'ın vokali oluyor. İşler de o andan sonra kopuyor zaten.

Rock starların ve aslında hard rock, glam ve sleaze zamanlarının çılgınlıklarını bu filmde rahatlıkla görebilirsiniz. Konserler ve konser sonrası parti görüntüleri, yorgunlukları, bitmişlikleri ve zorunluluklarını çok iyi yansıtıyor. Rockn'roll un yükselişi ve dibe vuruşu iç içedir filmde bunu görmek mümkün.

Soundtrackler ise inanılmaz iyi seçilmiş bence. Steel Dragon'ın kendi şarkıları bir efsane olmuş zaten de soundtrackte Mötley Crüe ve Kiss gibi o camianın altını üstüne getirmiş grupların dönemin ruhunu en iyi yansıtan şarkılarına yer verilmiş.

Şu kısım az spoiler içerebilir ama sorun olmaz bence:

Benim canımı sıkan şey ise Chrizzy'nin Steel Dragon'ı terk ettikten sonra Seattle'a gidip grunge yapması gerçek müzik olarak. Eyvallah grunge hair metalden de hard rock'tan da daha az görkemli daha "samimi" olabilecek bir müzik ama onun ne derecede piyasa olduğunu unutabilir miyiz? Ayrıca grunge çok daha az isyan içeren bir tür. Depresif, durgun ve vazgeçmiş bir müzik. Ben hard rock'ın öfkesinin gerçekliğine daha fazla inanıyorum.

Spoiler'ımsı kısım bitti.


Rock Star 105 dakikalık saykodelik bir rockn'roll şöleni aslında. Filmin sonlarına doğru tempo düşüp hayal kırıklığına uğrasanız da Rockn'Roll ruhuna rock gruplarından daha az önem veren ya da büyüyünce rock star olmak isteyen herkesin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Hele Hard Rock dediğimiz güzellikten az biraz hoşlanıyorsanız soluksuz izler fazlasıyla da eğlenirsiniz. Filmde sadece Judas Priest'e değil başka bir çok gruba ve vokale gönderme var. Onları da rock star spoiler baslığı altında yazacağım. Ama sanırım filmi tekrar izlemem gerekecek gene.

Hell yeah, fuck yeah demeyeceğim. Sevgiler. Ruhunuzu hiç yitirmeyin olur mu?

2 Ocak 2013 Çarşamba

Flogging Molly: 50% Irish and Punk 100 % Awesome


Şarkılarına kurban olduğumun memleketi. Deliler gibi görmek istediğim tek ülke İrlanda olabilir. Evet fakir evet katolik ama o nasıl güzel, nasıl enerjik şarkılardır. Hatta İrlanda'nın sonunda bağımsızlığını kazanabilmesini bu enerjik şarkılara bile bağlamıştık bir ara.

Neyse ben hemen grubumuza geçiyorum : Flogging Molly

Amerika'da yaşayan irish(irlandalı yerine bu kelimeyi kullanacağım) altı erkek ve bir hanım abladan oluşan grubumuz 1997'de kurulur. İrlanda'nın daha doğrusu Keltler'in o saykodelik enerjik ve punk rahatlığı taşıyan etnik müziğine gerçekten punk ı katarlar. Şarkılarının çoğu çok gazdır.
Elemanların hem kelt müziğini hem de punkı iyi bildiğini(hoş punk bilmek kime göre neye göre?) şarkılardan da anlayabilirsiniz, çok iyi yedirmişlerdir zira. Ben celtic-punk'ı -bu gruba dayanarak- celtic metal'den daha çok sevdiğimi söyleyeceğim.

Grubun resmi sitesi: http://www.floggingmolly.com/